Üçlü Zeka Dengesi: Akıl, Kalp ve Ruh
Ben, insanda üç tür zekânın var olduğuna inanıyorum: kalp zekâsı, ruh zekâsı ve beden zekâsı.
Beden zekâsı dediğimiz şey aslında akıldır. İnsan aklıyla hareket eder, düşünür, karar verir. Kalp zekâsı ise tamamen duygularla ilgilidir; hissetmeyi, sevmeyi, incinmeyi, merhameti içinde barındırır.
Ruh zekâsı ise bambaşkadır; hissiyatın kendisidir. Yani sezgiler, içsel bilgelik, görünmeyeni sezebilme hâli. Bana göre bu üçü bir insanda dengede olmalıdır.
Eğer bir insanın sadece mantık zekâsı, yani beden zekâsı yüksekse o kişi eğitimde ya da meslekte çok iyi bir yere gelebilir. Ancak kalp ve ruh zekâsı yoksa, o insan hayattan tat alamaz.
Çünkü sadece mantıkla yaşamak insanı bir makine gibi yapar; görevini yapar ama doyuma ulaşamaz. Hayatın anlamı, tatmini, hazzı onun için uzak bir şey olur.
Bir diğer yandan, sadece kalp zekâsı yüksek bir insansa bu kişi duygusal olarak çok kırılır, çabuk incinir ya da duygularının yükünden sertleşir.
Çünkü duygularla yaşamak güzeldir ama her şeyin fazlası zarardır. Aşırı hissetmek, aşırı keyif almak bile insana zarar verir. Hayattan fazla tat almak, bir noktada ruha da zarar verir.
Eğer bir insanda ruh zekâsı çok yüksek, fakat kalp ve mantık zekâsı zayıfsa bu kişi hissiyatta uçlara savrulur. Gerçeklikten uzaklaşır, kendi içinde kaybolur.
Çünkü ruh aşırı yüksektir ve bir süre sonra sapıtmaya başlar. Sapıtan ruh, yolunu bulamaz. Bu, yanlış yola girmek değil, dengeyi kaybetmek anlamındadır.
Ruh fazla genişleyince insan, o düz yolu, o içsel dinginliği yitirir.
Bu yüzden ben, insanın aklını, kalbini ve ruhunu aynı potada tutabilmesi gerektiğine inanıyorum.
Üçü dengede olduğunda insan hem düşünür, hem hisseder, hem de hissinin yönünü bilir. Denge varsa kişi, düşse bile yeniden kalkabilir. Hayatta inişler, çıkışlar, durgunluklar elbette olacaktır ama asıl mesele, her düşüşten sonra yeniden başlayabilmektir.
Zaten hayat tam da bunun için vardır: deneyimlemek.
Ezbere yaşamak insanı yorar ama deneyimleyerek yaşamak büyütür. Bir duyguyu, bir düşünceyi, bir acıyı ya da sevinci gerçekten deneyimlediğinde, işte o zaman yaşamış olursun. Ve o zaman aklın seni yönlendirir, kalbin seni hisseder, ruhun da seni tamamlar.
Peki, Bunlar Yoksa Ne Olur?
Bir insanda mantık zekâsı, yani beden zekâsı yoksa bu kişi hayatta bir yere gelemez. Çünkü aklıyla hareket etmeyi bilmiyordur. Eğitimde, işte ya da başarıda hep tökezler. Ne düşüneceğini, ne konuşacağını, ne yapması gerektiğini bilemez; sürekli bocalar.
Bu tür insanların araştırma yeteneği de zayıftır. Aslında araştırmak da bir zekâdır. Bir şeyi merak etmek, derinlemesine incelemek, sorgulamak… Bunların hepsi aklın faaliyetidir. Akıl yoksa bu yetenek de gelişmez.
Bir insanda kalp zekâsı yoksa, o kişi duyguları tamamlayamaz. Sevgiyi, özlemi, acıyı gerçekten tanımaz. Birinden duymuştur, bir yerde okumuştur, bir filmde görmüştür ama kendisi yaşamamıştır. Böyle biri acıyı da, sevgiyi de ezbere taklit eder.
Canı yanıyormuş gibi davranır ama aslında sadece canı yanması gerektiğini sanır. Çünkü bunu bir yerde görmüştür. Kendine dönüp sorsa, “Ben gerçekten üzülüyor muyum? Bu olay bana ne hissettiriyor?” dese belki fark eder. Ama o hiç düşünmez, sadece duyguyu rol gibi yaşar. Böyle insanlar duygularını deneyimlemez, sadece gösterir.
Ruh zekâsı olmayan bir insanda ise sezgi yoktur. O kişi hissedemez, öngöremez, içinden gelen sesi duyamaz. Hayata hep düz bir çizgide bakar ve bunu iyi bir şey sanır.
“Ben çok dengedeyim,” der. “Hiç inişim çıkışım yok.” Oysa o denge sandığı şey, aslında ruhsal körlüktür. Çünkü ruh zekâsı yüksek bir insanda zaten sürekli bir hareket, bir farkındalık vardır.
Zaman zaman hisseder, sezer, dalgalanır ama yaşadığını bilir. Ruh zekâsı olmayan kişi ise bu dalgalanmayı bilmediği için sükûneti denge sanır. Oysa ruhu sessiz değildir, sadece susmuştur.
Sonuçta bir insanda bu üç zekâdan biri bile eksikse, yaşamın bir yönü hep yarım kalır. Akıl olmazsa yol kaybolur, kalp olmazsa anlam kaybolur, ruh olmazsa yön kaybolur. Ve bütün bunlar bir arada olmadığında insan, var olduğu hâlde tam yaşayamaz.
Sevgilerle,
Nazlı Şehzade